23 Aralık 2016 Cuma

Babalar Yanar

Canım acıyordu. Sabah uyandığımda gene lokmalar boğazıma takıla takıla kahvaltımı yapacak, kırık dökük tebessüm edecek ve geride bıraktıklarım üzülmesin diye dünyanın tüm üzüntülerini tek başıma yüklenmeye çalışacaktım.

Son fırtını çektiğim sigarayı savurtup karların üstüne eve doğru yöneldim. Kapının kilidini düşürüp buz gibi suyla ellerimi yıkadım. Su, buzun sıvı hali gibiydi adeta; az daha akmasa buz. İki derece falandı. Bunları düşünerek kalbime oturan sancıdan kurtulmaya çalıştığımı fark ettim. Su donardı. Yürek yanar. Yaşar Kemal geldi aklıma; demir olsam çürürdüm, toprak oldum da dayandım.

Babam mabeyinde bulmaca çözüyordu. Annem çoktan uyumuştu. Tuhaf kadındı annem. Esas toprak olarak dayananın o olduğunu düşündüm. Bütün evlatları gurbetteydi. 

Babam bulmacayla alakalı bir soru sordu. Cevaplayamadım. Soruyu hatırlamıyorum. Cevabı dört harfliydi.

Tuhaf adamdı babam. Sorguluyor, bulduğu her fırsatta okuyordu. Bize de sorular soruyordu kimi zaman. Öğrenmek için mi soruyordu yoksa denemek için mi anlamak zordu. 

Bunları düşünmek de böğrüme oturanı dağıtmaya yetmedi. Bulmacanın kıyısına yaklaşıp birkaç kare doldurmasına yardım ettim babamın.

Uyuduk sonra. Çayırbaşı zaten sessizdi, karla birlikte yok olmuştu adeta. Haritadan silinmişti. Yüreğimize hançer misali saplanan ne kadar silinirse..

Uyandığımda annemle babamın sesini duydum. Nasıl oluyordu da saat falan kurmadan her seferinde uyanmaları gereken saatte uyanmayı başarıyorlardı? Seslendi annem, tren kalkıyor.. Her seferinde aynı şeyi söylerdi annem, kalkın tren kalkıyor. Annem hiç trene binmiş miydi acaba?

Yataktan kalkıp üstünkörü topladım yatağı. Giyinip mabeyne geçerek günaydın dedim. Hayırlı sabahlar dedi ikisi aynı anda. Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan dedi annem. Annem Haydarpaşa'yı görmüş müydü?

Yüzümü yıkarken gene suyun donmamış olmasına şaşırdım. Bavullarım kapının yanına sıralanmış beni bekliyorlardı. Tekmelemek geçti içimden onları.

Kahvaltıyı yaptık iyi kötü. 

Annemin elini öptüm ayrılırken. O da yanaklarımı öptü. İçim paramparça oldu.

Ağır bavulları ben aldım. Bir tanesi de babama kaldı. Yola doğru adımlamaya başladık. Buz gibi havada bile insanın içi nasıl bu kadar yanabiliyordu?

Karlara bastığımızda çıkan ses beynimde yankılanıyordu. Babam önden gidiyordu. Ben onun izinden. Ayaklarım ıslanmasın diye.

Yola çıktık. Birazdan gelir dedi babam. Hayırlısı dedim.

Bıyıkları donmuştu. Kasketi olmadan başka biri gibi gelirdi babam. Kürklü şapkasını giyince başkası. Merhamet okunuyordu yüzünden. İçini gene okuyamıyordum. Üzülüyor muydu? Gün ağarınca aklına gelecek miydim?

Korna sesi geldi önce sonra minibüs. Bavulları yerleştirip babamla tokalaştım. Elini öptürmezdi. Hep de yeltenirdim öpmeye, sıkardı baba gibi, yanaklarımızı değdirir ayrılırdık. Gene öyle oldu.

El salladım saçma sapan. Sabaha karıştı minibüs.

Babamın içini dün okudum.

Oğluma bağırdım. Başını önüne eğdi. Gözleri doldu. Ağlamadı. Gitti oynadı kendi halinde.

Uyumaya giderken, gel oğlum öpeyim de uyu dedim. Kapıya yöneldi. Başını eğdi. Birden durdu koşarak kucağıma atladı. Boynuma sarıldı...

İçimin yandığını o soğuk havada babama söyleme şansım yoktu..

Bugün de evladıma..

Babamın da o gün bana söyleme şansı yoktu...

Bugün de...